Başka yol - Bölüm 34

Güvertesi karla kaplı bir Kaan 15’in kaptan koltuğunda otururken, küçük ve suyun üzerinde kendinden beklenmeyecek kadar çevik olan beyaz renkli botun motorlarına güç veren manivelayı biraz daha ileri itekledim. Botun sivri burnu havaya kalktı kalktı ve lacivert renkli Marmara’nın sularını daha hızlı yarmaya başladı. Keşke yanımda kapsül kahve makinem olsaydı derken teknenin ucundan gri renkli bir yunusun zıpladığını gördüm, hızımı kestim. Hepböyle yaparız. Termosumdaki kahvemi yarılamıştım, yarım açık kapağından dumanlar yükseliyordu, niyetim Avşa’nın etrafından dönüp limana geri dönmekti.

Kar durmadan yağmaya başlayalı 3 - 4 gün olmuştu, tam da Tuğrul’un gittiği günden.. Pürüzsüz beyazlık şehirdeki hemen hemen her şeyle birlikte durmadan akan zamanın da üstünü örtmüştü sanki. Bu nedenle pırıl pırıl mavi bir gökyüzünün altında uyandığım ilk gün kıyı teftişini kendim yapmak istemiş ve botu alarak açılmıştım. Narlı ile Tuzla arasındaki bir yerlerdeydim, tekneyi yavaşlattım, burnu suya indi, arkamda bıraktığım köpüğün izi dağılmaya başladı lacivert denizin üzerinde, az önce burun tarafında bir görünüp bir kaybolan yunus da daldı gitti aynı derin denizin içine, kayboldu.

Hem Kapıdağ Yarımadası hem de Avşa Adası’nın sırtları bembeyazdı. Erdek ve çevresini daha önce kışın hiç görmediğime pişman olmuştum, en az yazınki kadar çekici ve güzeldi. Bu güzellikle denizin tam da ortasından tek başıma olmam ne kadar da yazıktı. Telefonumu çıkarıp bir fotoğraf çekip Tuğrul’a yolladım, bak, tam da iki kıtanın ortasındayım, bil bakalım neredeyim :o)

Teknenin hız manivelasını geriye çekip bütünüyle durdum. Şimdi derin suların üstünde sakince sallanıyor ve güvertenin alt tarafına vuran küçük dalgaların şıpırtısını dinliyordum. Güvenli bekleme moduna geçip yerimden kalktım ve teknenin arka tarafındaki kapıyı açarak dışarı çıktım. Güneşli havaya aldanmıştım yine, buz gibi açık deniz havası yüzüme çarptı, dudaklarım, burnum ve kulaklarım kısa sürede buz gibi oldu. Üstünde halen dumanı tüten termosumdan büyük bir fırt kahve çektim. Açık deniz havasına karışan orman havası ciğerlerimi açmıştı. Güvertenin bir kenarına oturdum, gözüm Kapıdağ kıyısını tarıyordu. Sahil çizgisine kadar kar yağmıştı, zümrüt yeşili orman üzerine pudra şekeri serpilmiş gibiydi. En çok da açık havada olmayı ve denizi özlerdimherhalde dünyadan ayrılma zamanım geldiğinde.

Bir yaklaşmayı haber veren düdüğün sesini duyduğumda üşümüş yüzümü güneşe çevirmiş halde oturuyordum. Gözlerimi kış güneşininparlaklığından korumak için güneş gözlüğümün arkasında olmalarına rağmen kapatmıştım. Açık denizden esen rüzgar yüzümü yalıyor, saçlarımın arasından geçiyor ve hiçliğin içinde kayboluyordu. Denizin kendine has sessizliğini çoğu zaman severdim. O an da bunun tadını çıkardığım nadir zamanlardandı. Kalkıp içeri girdim, radara baktım, iskele baş omuzluktan bir balıkçı teknesi yaklaşıyordu, kafamı kaldırıp gözlerimi kıstım, Yusuf’un balıkçı teknesine benziyordu. Sessizce yanımdan geçip gitmesini bekleyebilirdim de, açık denizde, sabit duran bir sahil güvenlik teknesi kimin olsa dikkatini çekerdi. Tekrar kaptan koltuğuna oturdum, geminin motorlarına azıcık güç verdim, teknenin burnu çok hafif bir şekilde kalktı ve hareket etmeye başladık. Bu esnada telefonla Yusuf’u aradım, takadaki sen misin? Az sonra sahil güvenlik teknesini takaya bordalamıştım.

Yusuf’un tekneye büyük bir termosla çay getirmesine ses çıkarmadım. Ben de üşümüştüm açık güvertede, hem biraz ısınırdık hem de dönerken laflardık. İzin var mı kaptanım dedi güverteye çıkmadan, buyur ettim, sonra tokalaştık ve sarıldık. Gelsene, içeri geçelim, artık çok soğuk. Hem döneriz yavaş yavaş.

Kaptan koltuğundaydım, Yusuf’da hemen yanımdaydı. Termosundan bardağına bir kaç pompayla çay koydu, benimkini de doldurdu. İkimizin de gözü uzaklardaydı. Yanımda sessizce duruyordu fakat söylemek istediklerinin olduğunu da anlıyordum. İşte böyle Yusuf dedim sanki saatlerdir konuşuyormuşuz da artık söyleyecek sözlerimiz kalmamış gibi. 

Sözlerine sen burada ne yapıyorsun ya diyerek başladı. Öncelikli olarak söylediği şeyi anlamadım. Görevdeyim dedim içtenlikle. Hayır hayır, şimdi yaptığın şeyi sormuyorum, neden buradasın diye sordu tekrar. Bu sefer yanıt vermekte acele etmedim, çünkü ne yanıt vereceğimi ben de bilmiyordum açıkçası. Dürüst olmaya karar verdim.

Bilmiyorum Yusuf dedim iç çekerek. Sevdiğimi sandığım bir işi yapıyordum, sevdiğim bir şehirdeydim ve birini seviyordum, birisi de beni seviyordu.

Sevdin sevilmedin o halde dedi gülümseyerek. Gülümsemesinde belli belirsiz bir acı vardı. O günkü arkadaşın, diye devam etti sözlerine, halen uzaklarda bir yerlere bakıyordu. Tuğrul’dan bahsettiğini anladığımda manivelayı daha sıkı kavradım. Diğer elimde duran ve soğumaya başlayan çayımdan biraz içtim. Bence ona dönme zamanın geldi senin. Tek kaşımı kaldırarak ona doğru çevirdim kafamı. 

Ne demek istediğini anlamadım Yusuf. Anladığımı o da biliyordu. İki eliyle tuttuğu bardağından biraz içti. Burnu soğuk ve lacivert bir denizi yaran, bodoslamadan vurduğu dalgalarla bir aşağı bir yukarı yalpa yapan ve buna rağmen kararlı bir şekilde yoluna devam etmeye çalışan bir güçlü bir botun içindeydik. Denizin üstünde beyaz beyaz köpükler belirmeye başlamıştı.

Sessizliği kıran yine Yusuf’un sesi oldu. Deniz sayesinde bir sürü şey öğrendik. Onu onaylamak için başımı sallıyordum, elini kaldırıp beni susturdu.  Denizi, denizin altını ve denizin altında yaşayanları tanımak, onları anlamak yada onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek değil dediğim, durakladı ve çayından biraz daha içti, kalanını hemen yanındaki çöp poşetine altı. Benim  o takayı gördün,  başıyla bir kaç mil önümüzde ilerleyen küçük teknesini gösterdi, o takaya vuran her bir dalga bana bir şeyi öğretti. Hem de nasıl biliyor musun,  hayır anlamında başımı salladım, kafama vura vura, artık yapmak istemiyorum dediğim her seferinde bıkmadan usanmadan göreceğin çok şey var daha dedi. Duraksadı ve gözleriyle içecek bir şeyler aradı. Ben kaybetmedim mi sanıyorsun? Ben de sevdim, ben de terk edildim, ben de defalarca çekip gitmeyi ve başımı bir kez olsun geriye çevirmeden önüme bakmayı istedim. Sanıyor musun ki bizim zamanımızda bize bir şeyler öğreten o hocalardan daha iyisini yapamam. İstemedim mi sanıyorsun ben de sabah dokuzda geleyim, dörtte çıkıp gideyim. Sustu, birlikte bir süre denizi dinledik. Ön camdaki küçük lombozu aralayıp taze deniz havasının teknenin içine girmesini sağladım. 

Her dalga bir yaşam diye devam etti, teknenin gövdesine vuran her bir dalgayla bir yaş yaşlandım ben. Taze hava ona da iyi gelmişti. Senin hayatın ömrünün geri kalanında bu tekneyi sürmek ve oradan oraya savrulmak değil. Teknenin içinde zaman donmuş gibiydi, bir yerlerde hayatın akmaya devam ettiğini bazen ön cama sıçrayan tuzlu deniz suyundan ya da teknenin üzerinde dönüp duran martıların çığlıklarından anlıyorduk.

Sen neyi kaybettin? diye sordu ansızın. Gözlerimin önünde Ankara’dan otobüse binişim, sabaha karşı Tarsus’ta olanlar, Narlıkuyu’daki o anlar, Demet’in saçlarına burnum gömülü haldeyken yükselişim ve zirveye çıkışım ve son kez olduğunu bilmediğim halde Adana, havaalanından çıkıp eve dönüş yoluna geçtiğim o sabah geldi. Gözlerim doldu.

Hayatın seni yerinden etmiş olabilir, evinden uzakta olabilirsin ama hatırla, her yolculuk bir yere varma çabasıdır. Durup nefes aldı. Kaç yıl oldu, yirmi beş mi biz mezun olalı? Ben senin günübirlik gidip geldiğin yolları çok iyi hatırlıyorum. Sen yol adamısın, termosunun kapağını açıp içine baktı, bir yerlere demir atmak sana göre değil. Sen, gemi bir yerlere  varmak üzereyken geri giden bir başka gemiye binip gidensin. Ne demek istediğini anlamak istercesine çevirdim yüzümü ona doğru. Her geminin bir rotası vardır Komutan dedi dağınık bıyıklarının arasından sararmış dişlerini gösteren bir gülümsemeyle, her geminin bir rotası vardır, sadece sen kendi rotanı bulabilirsin ve bence senin varacağın rota orası değil, parmağıyla Erdek’i gösteriyordu.

Tekne çırpınan suları yararak Çuğra’dan limana doğru yaklaşıyordu. Başka suların özlemini çekiyorsun, biliyorum, fakat evin yolunu bulmanın yolu kaybolduğunu düşündüğün yere geri dönüp tekrar düşünmekten geçer. Etrafındaki bu deniz seni bugün sen yapan şey. Başka bir yoldan gitmeyi denedin mi hiç?

Limana giriyorduk, adalara ve Tekirdağ’a gitmek üzere yolcu alan gemiler son hazırlıklarını yapıyorlardı, pusulanı ayarlama ve yolunu kendi kıblene çevirme vakti arkadaşım dedi ve yerinden kalkarak teknenin arkasına doğru yürüyüp dışarı çıktı. Limana yanaştık ve birlikte tekneden indik, son bir kez gülümsedik birbirimize, başımızla usulünce selamlaştık.

Gece olmuş, yeniden kar başlamıştı. Küçük kamaramdaki küçük sobayla ısınmaya çalışırken kendimi yine tavanı seyrederken buldum. Zihnimin içi bomboştu. Simsiyah, donmaya yüz tutan ve kafamı ne tarafa çevirsem ardını göremediğim pis bir şeyin içinde yüzüyordum. Denizde olsam içinden nasıl çıkacağımı bilir, hiç olmazsa kendimi karaya atmanın bir yolunu arardım. Yusuf’un dediklerini düşündüm. Kısa süreliğine de olsa burada gerçekten ne yapıyordum? Pusulam neden şaşmıştı ve yanıtını bulmam gereken en önemli soru, bu pusulayı nasıl tekrar ve doğru şekilde kalibre edecektim. Kaldı ki doğru tanımının bile göreceli olduğu bir haldeydim. Yine de kendimi Acaba Tuğrul olsa ne yapardı diye sorarken buldum.

Yusuf hatırlamama neden olana dek Demet’i ve onunla aramızda olan şeyin başlangıcını, devam edişini ve bitişini uzun süredir düşünmediğimi farkettim. Bu iyi bir şey gibi görünüyordu, yani eski aşkları unutmak fakat onunla nasıl ve neden bittiğine dair yanıtını halen bilmediğim sorularım vardı.

Başucumdaki solgun lambayı söndürüp kalın yün battaniyemi burnuma kadar çektim, lombozdan sızan beyaz ışık, belli belirsiz kar tanelerini aydınlatıyordu.

Yorum Gönder