Bölüm 8/2: Uzak mesafeler

Kar nedeniyle havalimanının kapandığını ve İstanbul'a olan uçağımın bir kaç saat geç kalkacağını bildiren mesaj telefonuma düştüğünde arabaya daha yeni binmiş ve emniyet kemerimi henüz bağlamıştım. Mesajı okuyunca küfür ettim. Avukat Bey anladı ne dediğimi ama anlamazdan geldi. Ne olmuş diye sordu. Uçağım rötar yapmış diye cevap verdim sinirli sinirli.

Yine de havalimanına gidip orada beklemek niyetindeydim, yollarda sıkıntı varsa, yeni trafik olur, başka bir şey olur; beni en yakın metro istasyonuna bırakabilirsiniz dedim. Oturduğu yerde düşünüyordu, düşünürken yine parmaklarıyla direksiyonda ritm tutuyordu. Kaç saat ertelenmiş? Tekrar mesajı çıkarıp baktım, şimdilik belli değil. Uzaklarda bir yere bakıyordu keskin gözleriyle. Havalimanında beklemek olmaz. Zaten bizim burda havalimanına metro da yok. Otobüsler çalışıyor, onlar da trafik varsa yolda kalır şimdi. Bir süre sessizce bekledik. Gür sesiyle konuşmaya başladığında tekrar göz göze geldik, kısa bir an sürdü; ben tekrar arkasındaki bir şeylere kaydırdım bakışlarımı. Sana Ankaramızın pek bilinmeyen yüzlerini göstereyim madem.  Arabayı çalıştırdı ve park yerinden trafiğe çıktık. Ara sokaklardan geçip giderken bitişik düzen apartmanlarla aralara serpiştirilmiş küçük parkları izledim. Keşke Mike da görseymiş, severdi aslında.

Hâla Mike diyordum.

Gerçek dünyaya döndüğümde, Mike'dan hem ruhen hem de bedenen oldukça uzakta olduğumu fark ettim. Aramızdaki uzak mesafenin de kapanabileceğinden de emin değildim artık. Etrafımda ikimizden başka bir dünya dönüyor, insanlar hayatlarını yaşamaya devam ediyor ve hayatlarında onlar için özel birisi olmadan da yaşamayı başarıyordu. Sanırım bu yolculuğun asıl amaçlarından birisinin neticesi belli olmuştu.

Ankara denen şehrin hiç bilmediğim ve muhtemelen bir kez daha görme fırsatı yakalayamayacağım yüzlerinden biriyle daha karşı karşıya geliyordum; Doğan'ın yüzünden sonra. İlk kez onu ismiyle andığımı fark ettim. Aslında ne kadar da güzel bir ismi var, ne demek acaba?  

Önünde durduğumuz binanın üstünde kırmızı, mavi, yeşil ve mor renkli neonlardan yanıp sönen bir tabela vardı. Avrupa’daki bazı kamyon mola yerlerinde de olanlara benzeyen cinsten. Koltuğumda doğruldum, merakla dışarı baktım. Pavyon dedi keyifli bir sesle, bir çeşit gece kulübü. Arabanın anahtarını kapıyı açan valenin birine verirken koluyla bana yol gösterip kenara çekildi. İçeri girdiğimizde de onu adıyla karşılayıp paltolarımızı aldılar ve içinde süs balıklarının yüzdüğü büyük bir akvaryumu gören köşe masalardan birine karşılıklı oturduk.

Belki de hayatım boyunca içinde bulunduğum en ilginç mekandaydım. Bir sürü insan, birbirine benzeyen ritmlerle durmadan çalan müziğin içinde içkilerini içiyordu. Doğan bana ne içeceğimi sordu. Ben rakı içerim dedi, eliyle garsona kendi jargonuna uygun bir hareket yaptı, ben de şarap içerdim, şarap dedim, kırmızı. Başıyla onayladı, bir kadeh şarabım kısa süre sonra masamdaydı.

Gömleğinin kollarını kıvırdı oturduğu yerde. Masaya gelen bir kaç çeşit peynirden birinin ucundan küçük bir parça alıp ağzına attı. Gözlerimi kaçırmaktan yorulmuştum. Bu sefer kaçırmadım, aksine, ben yakalamaya çalıştım. Bir kez buluştuk, gülümseyerek başını öne eğdi ve tabağındaki peynirle oynamaya başladı. Gürültülü müziğin içinde asılı kalan nemli boşluğu dolduran da yine o oldu, Doğan.

Hiç bahsetmediğiniz Roger Bey, neler yapıyorsunuz İspanya’da? Nasıl geçip gidiyor Avrupa’da hayat? Avrupa’da hayatın Türkiye’den epey farklı olduğu gözle görülür bir gerçekti. Kamyon sürüyorum ben Dovhan, ismini doğru telafuz etmek için epey çaba sarf etmiştim. Söyleyişimi, kapıdan içeri girerken bizi karşılayan esmer adamlarınkine benzetmeye çalışmıştım,  adını benden duyunca gözlerini önündeki peynirlerinden alıp kaldırdı kafasını ve göz göze geldik. Bu sefer ben de korkmuyordum, en fazla ne olabilir ki? Kısa bir anlığına tekrar anladık birbirimizi, ortak dili konuşuyorduk bangır bangır çalan tekdüze müziğin absürdlüğünde. 

Gülümseme sırası bendeydi, kafamı başka tarafa çevirdim, yan masada kahkahalarını hoyratça savuran sarı saçlı geçkin bir kadın masasında oturduğu adamları eğlendirmeye çalışıyordu elindeki yarısı içilmiş bir kadeh rakısıyla. Başka masada başka kadınlar; genç, yaşlı, geçkin yada orada çalışmaya henüz alışamamış, hayat yollarının bir kısmı sefaletten, sefillikten, yokluktan, hayal kırıklığından ve daha pek çok şeyden geçmiş fakat halen hayata sarılmaya çalışan onlarca kadın…

Tekrar ikimizin oturduğu masaya döndüm. Biliyorsundur belki, bizim oralarda sebze meyve çoktur, Avrupa’nın her tarafına İspanya’dan sebze gider. Ben de onları nakliye eden bir şirkette çalışıyorum. Kamyoncuyum yani, bir yerden yükümü alır başka bir tarafa bırakırım. Muhtemelen kamyoncunun ne olduğunu ve ne iş yaptığını biliyordu, laf olsun işte, bir de benimle uğraşıyor bir sürü işin arasında. Acaba beni havalimanına bıraksa daha mı iyi olurdu?  Telefonuma baktım, uçakla ilgili yeni bir bilgi yoktu. Telefonu masaya bıraktım, gözleriyle takip etti. Uçağı takip ediyorum da, haber gelirse, giderim herhalde. Gerçi nerede olduğumdan ve oradan nasıl giderdim, en ufak bir fikrim yoktu. Herhalde bir taksiye atlar ve havalimanına gideceğim dersem beni bırakırlardı.

Boşver dedi, gidersin. Önündeki bardaktan biraz daha içti. Kalkarsa da başka bilet alırız sana. Anason kokusu burnumda buruk bir koku bırakmıştı, içiyor kadar oldum. Hemen arkamızda ki masadan yüksek perdeli kadın kahkahaları yükseliyordu, herkes yükseliyor herkes sanki yarına çıkmayacakmış gibi içiyordu. O kadının kim olduğunu merak ediyordum, neler yaşadığını, başından neler geçtiğini, buralara düşene kadar nelerle başa çıkmak zorunda kaldığını…

Kim o kadın? dedim cılız bir sesle. Aslında içimden sormuştum kendi kendime, yanıtı hem merak ediyor hem de hiç önemsemiyordum. Açıkçası artık hiç bir şeyi ve hiç kimseyi önemsemiyordum. Benden daha değerli ne vardı şu hayatta?

Ve halka tamamlanmıştı, birileri diğerleri için uzun yollar gidiyor, yetmezmiş gibi o yolları tekrar dönüyordu. Ne için bu kilometrelerce uzunlukta yollar? Dünyanın çevresinde dönüp duran onlarca uçakta, yüzlerce otobüste, binlerce otomobilde yüz binlerce insan. Sadece biraz sevmek ve sevilmek için; zaten dünya adil değil, peki ya insanların suçu ne?

Yorum Gönder