Bölüm 6: Bildiğim her dilde yalnızlık

Kahve içtiğim masanın üzerinde buz mavisi renkli, ütülü bir masa örtüsü vardı. Pilileri güzelce kolalanmıştı. Şu artık herhangi bir havalimanında bulabildiğiniz CIP salonlarından. Ne kadar da commercial important bir person'ım. Önümdeki büyük fincanın içinde köyü bir kahve, kahve bardağının yanında da dalından daha bir kaç saat önce koparılmış gibi duran yeşil bir enginar çiçeği vardı. Bu mevsimde nerden bulmuşlar acaba enginarı?

Kahvemi karıştırdım, kaşığı çıkarıp beyaz porselenden tabağa koydum. Masaya oturduğum zamandan beri dördüncü kez karıştırıyordum fincanın içini gerçi, buz gibi olmuştu kahvem. Düzenli olarak dolaşan genç ve yaptığı işten hevesli olduğu her halinden anlaşılan garson, sabahın çok erken bir saatine tezat, neşeyle kahvemi tazeliyordu. Son seferinde, önünde iterek dolaştırdığı arabadan iki tane de ton balıklı sandviç almış ve hızlı bir kahvaltı yapmıştım. Ne de olsa ücretsiz bir CIP salonundayım. İmkanlardan sonuna kadar faydalanmaktan geri durmayan görgüsüzlerden ne farkım kaldı? Son sandviçimi de yalayıp yuttuktan sonra garsondan son bir kahve alarak bordo renkli yumuşak halının üzerinde kösele tabanlı ayakkabılarımla, kendimi gereğinden fazla önemli hissederek camın önüne kadar geldim. Gökyüzü siyahtan önce laciverte dönmüştü, birazdan mor, sonra pembe, devamında turuncu ve nihayetinde de açık maviye dönecekti.

Havalimanının büyük bekleme salonunun camından apronu seyrediyorum; mümkün olan en fazla sayıda sağa sola serpiştirilmiş küçük yuvarlak masaların üzerinde pirinç ayakları, üstlerinde kırmızı şapkaların olduğu ve içlerinde de düşük wattlı cılız ampullerin olduğu lambalar vardı. Neredeyse gecenin bir yarısı olmasına rağmen, geceden yola çıkmış uçaklar bir bir iniyordu karanlık gökyüzünden. Önce uzaktan iki belirsiz lamba görüyordunuz, ardından güçlü bir spot ışığı. Uzaklara bir yerlere gözlerim dalmışken - muhtemelen yeni uçaklar arıyordum gökyüzünde, önce Tel Aviv'den El Al, sonra Zurich'ten Swiss, ondan sonra da Frankfurt'tan Lufthansa indi. Beni alıp götürecek olan Pegasus uçağı ise geldiğimden beri ışıkları kapalı olduğu hâlde körükte bekliyordu. Ucuz bir uçuş olacaktı, aynı zamanda iyi bir saatte uçacaktı. Uçağın kokpiti aydınlandığında güneşin gelmesine çok vardı, ama ilk ışıklarını göndermeye başlamıştı.

Bir gece öncesiydi.

Büyük bir tasın içindeki bol salatalık, nane ve sarımsaklı cacığı kafama diktim. Sarımsağı çok olmuş bu sefer, ağzım da kokacak, uçağa bineceğim birazdan. Neyse, fırçalarım dişlerimi. Bir de sakız atarım ağzıma sonradan. Hakikaten, bu cacık Türklerin miydi Yunanların mı? Mike'tı aşçımız o akşam; bol Cuore di Bue kullandığı deniz ürünlü makarna yapmıştı bize.

Tembel işi diye geçmişti kafamdan. Zaten işsiz güçsüz, bir de yemek yapıyorum diye koyuyor önümüze makarnayı. Ankara’ya gitmeden önceki akşamı biraz özel geçirmek istemiştim, yalan değil. Ama o, nereden çıktıysa annesinin ölmeden önce bir süre kaldığı bakimevinde tanıştığımız o adamı - neydi adı, José mi? - da yemeğe çağırmaya karar vermişti. Spor salonundan arkadaşlar da. Yarım ağızla peki gelsin demiştim ama... İçim öyle demiyordu gerçi... Gerçi Mike konusunda da eskisi gibi değildi içim. Neyse.

Saatlerini geçirdiği spor salonundan yeni gelmiş, buram buram beyaz sabun korkuyordu. Gelir gelmez çantasını yatak odasının ortasında bırakıp yemek yapmaya girişmiş ve elinden gelen tüm mahareti göstermişti. Pek de bir şey gelmiyordu ya. Epeydir benim için böyle özenle bir şeyler yaptığını görmüyordum. Tıpkı ilişkimizin ilk başlarındaki heyecanı vardı üzerinde. Eh, ne de olsa genç; benim gibi kırkıncı doğum gününe sayılı zamanı gelmiş yaşlı bir adam değil.

İtalya'da durmadan domatesli peynirli kahvaltı pizzası yiyip yanında henüz tam olgunlaşmamış beyaz şarap içen birisi için iddialı çıkışlar. Caka satmayı hemen hemen hiç sevmedim. Gülerek, biraz da imalı bir şekilde söylesene Mike, siz İtalya'da genellikle ne yersiniz? İtalyan olmayı ayrıcalıklı bir şey sanıyor olsa gerek, uzun bir vaaza her zaman vakti vardı. Konumuz ucu sekse varabilecek imalı müstehcenlikten kalamar mürekkebi ve güneşin altında biraz fazla bekleyip kokuşmaya başlamış biraz karidese kaydı. Benim için sakıncası yoktu, yol boyunca mola verdiğim kamyoncu lokantalarında neler yiyordum, bir bilse.

Ağzımı, restoranın birinin daha önce yolladığı siparişlerin yanında yolladığı zımpara gibi bir kağıt peçeteye silerek yemeğimi tamamladım. Evin içinde naneli sakızları koymuş olabileceğim yerleri aradı gözüm. Dişlerimi fırçalayıp bir kaç tane atsam iyi olur. Halbuki sarımsak kokusu beni rahatsız etmez. Sakız arama kısmını esgeçtim.

Hadi bakalım genç arkadaşım dedim esmer teni, kaslı kolları ve bir türlü Mike'tan alamadığı gözlerle soframızda oturan adama dönerek; beni birazdan trene atacak bu arkadaş dedim Mike'ın kolunu sıkarak. Ayrıca sessiz bir benim o demekti yaptığım. Hazırlanmak lazım. Yolum uzun. Sanırım senin de yarın işlerin vardır.

İkisinin de yüzü değişti, belli etmemeye çalışıyorlardı. Gözlerinin bir kaç kez birbirini yakalayaşını gördüm. Muhtemelen bu gece burada bitmeyecekti ikisi için, bari bizim yatağımızda yapmasalar.

Banyodaydım, büyük aynanın arkasından dolaylı olarak ortamı ışıklandıran sarı LED lambanın aydınlığında kendimi seyrediyordum; kırlaşmaya başlamış saçlarım, yuvarlak yüzüm, üzerimdeki oduncu gömleğim ve neredeyse son deliğine kadar sıktığım kemerimin altındaki kot pantolonumla aslında o kadar da matah biri değilim. Normal biri işte, günün altı yedi saati kamyon süren, sonra gelip uzun uzun sıcak küvetin içinde uyuklayan biri...

Ellerimle kulağımın arkasında uzamış perçemleri arkaya attım, duruşumu dikleştirdim, bakışlarımı sertleştirdim.  Gözümdeki çerçevesiz gözlüğü çıkarıp özenle lavabonun kenarına koydum. Fena değildim aslında, azıcık çıkmaya başlamış göbeğim de giderse... Yazın Sitges'de ...

Mike banyonun kapısını tıklattı. Bugünkü dünyaya döndüm. Ellerimi yıkayıp sifonu çektim ve banyodan çıkıp yatak odasına gittim. Acaba Mike biliyor muydu bazen gizli gizli banyonun aynasında kendimi seyredip içten içe beğendiğimi? Hakikaten, Mike bende ne buluyordu?

Yataktaydık, birkaç saat de olsa uyumak niyetindeydim.

Ankara denilen ücra şehre gitmen gerekiyor mu gerçekten?

Yatağa yattıktan sonra kitabını okumak yerine bana bu soruyu sormuştu.

Evet, demiştim banyodan çıkmadan tekrar gözüme taktığım gözlüğümün üzerinden. Yol yorgunu olmamın yanında döndüğümde yeniden yollarda olacaktım, stresini üstümden atmaya çalışıyordum. Orada büyük babamdan kalma bir apartman var, onu almak istiyorum.

İyi bakalım demişti umursamaz bir tavırla. Al bakalım apartmanını. Sessizlik oldu aramızda.  Bakarsın güzel bir yerdeyse bir ara gider yaşarız belki orada. Sesindeki alaycılığı sezmiştim ama karşılığına gücüm yoktu. Beyefendinin statüsü öylesine yüksekti ki, güzel olmayan bir yerde yaşamazdı zaten. Bakalım artık "biz" diye bir şey var mı? Başımı salladım, olabilir dedim. Olacağı pek yoktu da, kim bilir, hayat belki yolunu çizer.

Kitabını okumaya devam ederken kaç gün kalacaksın diye sordu. Aramızdaki şeyin değişip dönüştüğünü ve çift olmaktan daha çok birbiri ile iyi geçinmeyi başaran ev arkadaşları yada yokluktan birbiri ile seks yapmış yakın arkadaşlar gibiydik. Yeni bir tane daha arkadaşa ihtiyacım var mıydı, emin değildim. Galiba yoktu.

Sabaha karşı bir uçak buldum, saat 4 gibi kalkacak, ertesi gün akşam uçağıyla da döneceğim. Muhtemelen Madrid'e gece yarısı inerim. Dönüş uçağının saatini söylemekten imtina ettim. Geç gelirim, gece 2 3 gibi falan, ya da belki Madrid'de bir gece kalırım. Kitabın heyecanlı bir yerindeydim.

O kadar yorulmasan mi acaba? Kal bir kaç gün?

Içimden neden, sen o hasta bakıcıyla daha rahat düşüp kalk diye mi? dedim. Bunu dışarıdan söylemeyi de çok isterdim. Elimde tuttuğum kitabın sayfalarını katladığım elime kaydı gözüm, oradaki yüzük parmağıma ve geçiriverdiğim altın yüzüğe. Çıkarıp komidinin üzerine, su bardağımın yanına koydum.

Doğal olmaya özen göstererek sen değil miydin dedim, az önce ücra bir kasabada ne yapacaksın diye soran? Sonra elimi boşverircesine sallayıp hem zaten haftaya yüklemeler çok, çalışacağım. Gelip dinlenmem lazım. Sustuk. Elindeki erkek dergisini okuyor gibi yapıyordu, fakat on dakikadır aynı sayfadaydı. Yüzüğümü çıkardığımı gördüğünden emindim.

Kendi evimde, konuk olarak hissetmek epey garip. Kendimi bir ara, bu durumdan ötürü özür dilemek zorunda hissettim. İçimden gülmek geldi, sustum. Kitabımı kapatıp başucumdaki lambayı söndürdükten sonra yumuşak yastığıma gömüldüm. Şehir daha yeni yeni canlanırken biz uyuyorduk. Yada uyuyor numarası. Mike de aynısını yaptı ve sırtımdan bana sarıldı. Birlikte yarı uyuduk yarı uyandık. Ben daha çok uyanıktım. Keşke dibi bulunmayan kuyusuna alsa beni. Keşke damağının ılık yumuşaklığı üzerinde her şeyi boşverdirse yeniden. Rüyalarımın yol gösterici aydınlığında uyurken ... Daha da açıldı gözlerim.

Murcia'dan gece yarısına yakın ayrılan trenin içindeydim. Yaklaşık beş saat sonra Madrid’de olacaktım. Yani İstanbul’a uçmadan iki saat önce.

Akdeniz'de sonbahar olmasına rağmen hava kış günü gibi soğuktu ve uçsuz bucaksız gri Akdeniz üzerinden hiç bitmeyecekmiş gibi bir rüzgar esiyordu. Akdeniz'in gri hallerini hiç sevmezdim. Buna rağmen sıcak yatağımdan çıkıp önce Madrid'e gidecektim, ardından da İstanbul'a. Oradan da Ankara'ya. Şuradan şuraya, üç vesait... Bir kaç saatliğine de olsa başka bir ülkede olmak heyecanlandırıyordu içten içe. Sanki İspanya’dan ilk kez ayrılıyordum; haftanın en az üç gününü başka bir ülkede geçiriyor olmak garip değil de, uçakla gidilen bir memlekette olmak öyle sanki. Direksiyonunda olmadığım bir vasıtayla gidiyorum diye heyecanlanıyordum belki. İlk gençliğimdeki gibi, bir yere çekip gidiverme arzusu, o arzuyu kamçılayan garip ve iç gıcıklayıcı telaş. Ucuz uçak bileti aramak yerine dolambaçlı yollardan giden lüks yolcu otobüslerinden bakılan yerler… Acaba üç ve dört numaralı koltuklar boş mu? Kullandığım Mercedes çekicinin otobüs versiyonlarının İstanbul’da üretildiğini öğrenmek çok enteresan, Türkiye galiba tahmin ettiğim kadar ilkel ve geri kalmış bir ülke değil.

Uyku bandımı arayıp buldum çantamdan. Ayaklarımı önümdeki koltuğun altındaki dayanaklara yasladım. Cilalı bir ayakkabı boyasıyla boyayıp parlattığım ayakkabılarımın bağcıklarını biraz gevşetip topuklarımı biraz kaldırdım ayakkabının içinden. Şimdi daha rahatım. Yeniden Türkiye’ye gitti aklım, Atatürk gibi bir liderleri vardı, ne kadar kötü olabilir ki durumları? Mozolesi de oradaymış, Ankara’yı ziyaret eden herkesin gitmesi gereken bir yermiş. Fırsatım olursa ziyaret edeyim diye geçirdim kafamdan, sonra büyük ekranlı Galaxy Note'umun ekranından Spotify'ı açıp sevdiğim birkaç sakin şarkıyı dinleyerek uyumaya koyuldum.

Aktarmaları yaparak Bajaras’a giriş yaptığım son trendeydim. Mike doğru mu söylüyor, gerçekten de bir kaç gün kalsam mı Ankara'da? Yok canım, daha neler. Ne yapacağım ki bozkırın ortasında? Tatil mi lazım, dinlence mi lazım, bu mevsimde Avrupa'da gidecek yer mi yok?

İnsan kendi memleketinden sesler arıyor, bazen de yüzler. Bu benim için tatilde de böyle, işte de, seyahatte de.

Uçağın içindeydim. Rüzgarın özgürce at koşturduğu apronda sıradayız. Çantamda özene bezene sakladığım badem ezmelerim beni bekliyor. Uçak kalksa da yesem. Önümüzde, henüz bir kaç saat önce inmiş, yolcularını bırakmış ve yenilerini alarak evine dönen Swiss'in Zurich uçağı, arkamızda  kıtanın öbür ucuna, Tel Aviv'e giden El Al'ın Dreamliner'i bekliyordu. Sıra bize geldi ve pilot kabin ekibine iyi uçuşlar dileyip kalkış haberini verdi. Bir çok kişi elini kemerine attı, takılı olduğundan emin oldular. Benimki zaten ilk oturduğum an takmıştım, mesleki alışkanlık. Kafamı camdan dışarı çevirip hızlanan uçağın yanından geçip giden manzaraya baktım. Hava mora dönmüştü. Uçak yükseldikten sonra güneşe doğru büyük bir yay çizdi ve ufka doğru birlikte uzaklaştık, el ele, kucak kucağa.

Yaklaşık altı saat sonra İstanbul'dan Ankara'ya varmak üzere alçalan bir uçağın baş üstü dolabından çantamı çıkarıyor ve uçaktan inmeye hazırlanıyordum. Gün neredeyse yarılanmak üzereydi, bense şehre daha yeni varıyordum. Uçuş boyunca bazen uyumuş bazen de camdan dışarıyı seyretmiştim. Avrupa'nın çatısına çoktan kar yağmış, bulutlarla kaplanmıştı yüksek zirveler. Çoğunlukla denizin üzerindeydik, bulutlar izin verdikçe yükselen güneşin aydınlattığı maviliği seyrettim. Bir iki tane de gemi seçtim uzaktan, muhtemelen Adriyatrik üzerindeyken. Sakin sakin geçtik bütün o zirvelerin, denizlerin, gemilerin üstünden.

Ankara’ya alçalırken manzara çıplak toprağa döndü, Mike haklı mıydı, gerçekten bir bozkırın ortasında mıydım? Havalimanının kapısından çıktığımda beni elinde, üstünde adımın yazdığı bir iPad’le birlikte lacivert takım elbiseli, en az benimki kadar göbekli ve gür saçlı bir adam bekliyordu. İşte avukat da burada. Ona doğru yürüdüm, elimi kaldırıp kendimi tanıttım. Samimi bir şekilde tokalaştı benimle, sonra altın renkli büyük Volvo’sunun kapısını açarak beni buyur etti, yola çıktık.

Ankara’daki ilk dakikalarımda kendimi özel hissetmek iyi gelmişti.

Yorum Gönder